23 Şubat 2009 Pazartesi

Pokhara -2-








-->
Pokhara, ülkenin 3üncü büyük şehri, Nepal’in neredeyse ortasında, Kathmandu’nun batısında. Nüfusu 200.000 civarında. Meşhur Phewa gölü şehrin ortasında, dünyanın en yüksek zirvelerinin arasında. Gölün ortasından etrafa baktığınızda sadece dağları görüyorsunuz….


Şimdi de taksiyle 1590 m yükseklikteki Sarangot kentine gidiyoruz. Bir yere geldiğimizde bizi askerler durdurdu ve geçiş vergisi aldılar. Aslında maoistler ancak eskiden isyancılar haraç kesiyor idi bunun adı, e şimdi rejim değişince vergi oldu. Bir süre arabayla gittikten sonra indik ve yürüyüşe geçtik. Bu civarlara trekkinge gelenlerin ısınma tırmanışı aslında bu. Annapurnaya çıkmadan önce manzarayı görme, çevreye alışma ve ısınma mahiyetinde küçük bir yürüyüş. Bir trekking yapmadığımız için bize bayağı uzun geldi…

Önümüzde bir rehber, nefes nefes tırmanırken aslında manzaranın nefes kestiğini itiraf etmem gerek. Bir tarafta göl ve etrafında şehir, etrafında inanılmaz dağlar. Kartallar uçuyor. Güneş her yere değiyor. Pırıl pırıl gökyüzü hafif hafif dalgalanıyor. Zirvelerin etrafında bulutlar. Yolda arada küçük köy evleri ve bahçeleri dışında doğadan başka bir şey yok. Bir iki dinlenmeden sonra zirveye ulaştık. Yamaç paraşütü noktasını gördükten sonra, yapsam mı dediğim o anı unutuverdim. Bu noktadan atlamak şöyle dursun durmak bile ürkütücü orada.

 


 
Sonra bir kenara oturduk, sigara yaktık manzaraya baktık. Fotoğraf çektik. Sohbet ettik ama çoğunlukla baktık sadece. Daldık gittik öyle. Karşımızda bizi kendimize ufacık, lüzumsuz, anlamsız, değersiz hissettiren ama bunu bizi üzmeden yaralamadan yapan doğa duruyor. Benim parçamsın diyor ama kendini bir şey sanma, aslı bu….
Sen yalnızca ufacık bir noktasın. Hayatta kalmak için çabalayan, zevk almaya çalışan ama özde benim havama ve bana muhtaç küçücük bir noktasın. Böyle bir şeyin parçası olmanın insana verdiği rahatlık her özgürlükten daha güzel.

Eğer 1500 m de olmak insana bunu hissettiriyorsa, 8000 küsur metrede bulunmak nasıl hissettiriyordur kim bilir. Bilmek istedim. Hissetmek istedim. Dünyanın çatısında durup bakmak istedim. Ama ben dağcı değilim, bu dağlardan herhangi birine tırmanmak sadece uzun bir tecrübe değil, çok da para istiyor. Everest’e tırmanma izni 50.000 dolar. Zaten yorucu olurdu boşver…..


Yavaş yavaş inişe geçtik. İnmek çıkmaktan daha zor fiziksel olarak ama bence manevi olarak da öyle. Tepedeyken, tepeyi bırakmak zor gelir…. Bir kez gördün çünkü ne kadar çıkabileceğini….
Sarangottan sonra, Dağcılık müzesine gittik. Bu zirvelere tırmanmış ilk dağcıların fotoğrafları, malzemeleri, hikayeleri bu müzede. Dağlarda yaşayan halkların da…

 
Sherpalar en çok ilgimi çekenler oldu. En yükseklere dahi hava tüpü olmadan çıkabilen, çıkarken de onlarca kiloyu sırtında taşıyan bir halk. Dağcılar onları kiralıyor çıkmak için. Her şeyini taşıyorlar, çadırını kuruyorlar, topluyorlar. İşler bu. Dağlarda ki köylerde yaşayan bu halk, sırtlarında dev sepetlerle tepeleri ine çıka büyüdüğü için her şeye alışık burada. Zor hayatlar……


Müzeyi gezmeyi bitirince tek hayalimiz şehre dönüp soğuk bir şey içmek oldu. Görüntüsü hoşumuza giden bir kafeye oturduk ben menüde latte görünce duramadım. Sıcak da olsa onu istedim. Macarena ice tea istedi. İçeceklerimizi içerken ertesi günü konuştuk. Sabah kalkarız, kahvaltı eder hazırlanır döneriz dedik. Pazar dersim var ne de olsa. Otele gittik sonra, giderken birer şalvar aldık, üstümüzdekiler çamur içindeydi. Biraz dinlendik, temizlendik, üstümüzü değiştirdik kendimizi dışarı attık. Dolaştık bütün şehri, ordan girdik ordan çıktık. Karnımız acıkınca Tea Time Bamboostan isimli bir restorana bulduk. Kitapta da geçiyordu adı. Bir sürü turist vardı, pizza yiyip bira içiyorlardı.

Ben bira ve spagetti istedim Macarena kola ve pizza.
spagetti
Garson bize nerelisiniz dedi. Cevap verince tabii laf lafı açtı. En çok biri Şilili biri Türk iki kişinin bir arada ne yaptığını pek merak etti. Biz gönüllüyüz de geziyoruz dedik. Siparişlerimiz geldi. Şili ye kola Türkiyeye bira dedi garson güldük. Yedik içtik sohbet ettik. Hala havadan sudan bahsediyorduk. Hala hayatımızın derinliklerine dalamamıştık. Yemeğimiz bitince internet cafeye gittik, postaları okuduk, yazdık…. Telefon açtı Macarena, ben kimseyi aramadım. Otele döndük yorgunluktan baygın, uyuduk hemen.

Sabah uyandık, giyindik, hazırlandık, çantaları sırtlayıp resepsiyona indik. Grev var dediler, gidemezsiniz. Nasıl yani? Otobus şoförleri, benzine zam gelip fiyatlara zam yapılmayınca greve girmişler. Hah dedik süper, istesek de dönemeyiz, keyfini çıkaralım. Eşyaları yukarı çıkarıp, kendimizi sokağa attık. Kahvaltı ettik, dükkanları gezdik, kitapçılarda inanılmaz kitaplar buldum, hediyelik eşyalara baktık. Gölün kenarına gittik, saatlerce oturup kitap okuduk. Sonra yine dolandık. Akşamüzeri Tea Time Bamboostan’ın happy houruna gittik. Bir içki alan bir bedava….


Votka portakal istedik. Hello Şili hello Turkey dedi garson, güldük. Küçücük bir şarap kadehinde, ne votka ne portakal tadı içeren bir içki geldi. İçinde buzlar vardı, Macarena kaşık istedi buzlara dikkat yazıyor tüm kitaplarda. Musluk suyundan yapılınca ölmeyen bakterileri sizi haşat eder diyor. Anlatmaya çalıştım ben 2 aydır buranın kuyu suyunu içiyorum bir şey olmadı diye ama Macarena yine korktu. Garson koşarak geldi a dedi bizim buzlarımız güzel sudan bir şey olmaz. Bütün garsonlar toplandılar masaya bir şey olmaz diye. Macarena inat ettik çıkarcam bunları diye. Tamam dediler verdiler kaşığı ama üzüldüler. Sonra Macarenaya dedim ki böcek çıktı içkimden desem gelmezlerdi böyle, burada olur atıver derlerdi….

Sonra aklıma geldi, biz bir önceki gün cafede otururken Macarena icetea istemişti ve içi buz doluydu. Hatırlattım yok dedi. Fotoğrafını çekmiştim, onu gösterdim güldük.


İçtik, sohbet ettik güldük. Yarın dedik sabahtan gideriz akşamüzeri derse yetişirim. Dolaştık, marketten alışveriş yaptık, otele döndük. Biraz televizyon, biraz atıştırma, biraz sohbet uykuya daldık.
 
Bir sonraki sabah, resepsiyonu aradık çantaları taşımadan. Grev bitmedi dedi yenisi başladı. Şimdi de öğrenciler yolları kapadılar, benzin fiyatlarını protesto etmek için araçları hiçbir yerden geçirmiyorlar. İstikrara bakar mısınız? Öğrenciler koca ülkenin ulaşımın kestiler. Kimse bir yere gidemiyor.

Ara ara mahsur kalmışlık hissi bizi dürterken gene güzel bir gün geçirdik…. Boş boş dolanarak, kaybolup yolumuzu bularak, acıkıp doyarak, susayıp durarak, şaşırıp alışarak güzel bir gün daha geçirdik. Bu sefer farklı yerlerde yedik, içtik. Paralar suyunu çekerken, dikkatli olduk. Annemi aradım ve bana 100 dolar göndermesini istedim. Yanımıza çok az para almışız tabii 2 gece kalacağız diye. Kıyafetler almamız gerekti, otelle pazarlık yapıp fiyatı gene düşürdük ama bunun yemesi içmesi var…. Annem bir saatte bana parayı gönderdi. Parayı alınca dedik ki eğer yarın da grev bitmezse uçakla gideriz. Pokhara’da küçük bir havaalanı var, Chitwan’a uçak kalkıyor.  
Yine de vaktimizi güzel geçirmeye meyilliydik. Mahsur falan ne fark eder inanılmaz güzel bir göl kenarındaydık. Her yerde kruvasanları (böyle mi yazılıyor?) denedik. Kafelerdeki bütün kitapları okuduk. Ben dönmeden Kathmandu’ya da beraber gitmeye karar verdik. Sohbet ettik. Kavga bile ediyorduk neredeyse. Oryantasyondan yoksun iki kişi bilmediği bir şehirde yol bulmaya çalışırken çok normal bence…


Nepaldeki kitapçılarda inanılmaz kitaplar var. Bir çoğunu Türkiye’de bulamadığım kitaplar buldum. Ama hepsini alamayacağımdan bir iki tane seçmek zorunda kaldım. Yanımda kitap taşıdığıma da bin pişman oldum. Üstelik kitaplar çok ucuz, çoğunlukla ikinci el. Dünyanın her tarafından gelen insanlar burada kitaplarını kitapçılara satıp gidiyorlar. Yerine yeni bir kitap ya da kitap başı 100 rupi alıp gidiyorlar. Elinize aldığınız çoğu kitap sizden çok gezmiş oluyor…. Hepsi güzel kokuyor…. Ben hiçbir kitabı koklamadan almam. Nedenini bilmem, her kitap ayrı kokar. Buna kağıdın, mürekkebin, baskının farkı da diyebilirsiniz ama bence kitabın içeriğiyle ilgili. Ben en azından onun kokusunu alıyorum, mürekkebin değil…

Bir miktar kitap kokladıktan, biraz müzik cdlerine baktıktan ve Tea Time Bamboostan’a görev icabı, uğradıktan sonra yine otele döndük. Artık akşamın bir bekleme sıkıntısı vardı. Televizyonda Nepal müziği ve dansı olan klipler bulup danslarını öğrenmeye çalıştık. 
Nihayetinde, uzatmayayım daha fazla, Çarşamba sabahı grev bitti dediler. Taksiye atladık, otobuse gittik. 7 saatlik bir yolculuk, Narayangarth’da taksiyle pazarlık ve eve ulaştık. Derse girecek kadar vakitlice gelmiştik. Köye girdiğim anda bütün çocuklar ve kadınlar etrafımı sardı. Manjuuuu nerdesiiinnn????? 2 gün dedin kaç gün oldu.

Ne yapayım dedim, greviniz yüzünden! Otobüs yoktu, bekledik. Zorla gönüllerini aldım. Bayağı surat yaptılar bana ama Pokhara’yı ve yolculuğu anlatınca her şeyi unuttular…. Dersimizi yaptık sonra….

Normal hayatıma dönmüştüm. Ama o gece farkına vardım ki dönüşe çok az kalmıştı. Yatağıma yatıp ağladım. Keşke kalsaydım daha çok dedim. O kadar sevdim ki herkes, o kadar sevdiler ki beni. Sevilmek insanın hayatta yaşayabileceği en güzel duygu. Birilerinin seni sevmesi, seni özlemesi, gitmeni istememesi kalbini yumuşatıyor insanın. Zaten böyle geçirmiyor muyuz hayatımızı? Kendimizi sevdirmeye çalışarak, sevgiliye, anneye, babaya, arkadaşlara, çocuğumuza hatta tanımadıklarımıza….
 
Sevsinler….

Hiç yorum yok: