28 Aralık 2008 Pazar

Her Şey Aydınlandı












Gerçekten mi? Hayır tabii, her şeyin aydınlanma ihtimali olan tek bir an var bence insanın hayatında, o da ölüm anı. E, hala hayatta olduğuma göre hayır, her şey aydınlanmadı. Aydınlanmasın zaten. Arayış biter sorular cevaplanırsa. Sebep kalmaz artık. Ama bazı şeyleri anlamanın zamanı kendiliğinden geliyor. Bir şarkıda geçiyordu, zaman her şeyi çözer, şu beklemek olmasa. Ama beklemek gerek, biraz sabretmek gerek. Bazı şeyleri akıl kalpten kolay kabul eder. Kalbi akıla yetiştirmek gerek. Nasıl bazen ruhu bedene eşitlemek gerekiyorsa… Zor işler bunlar tabii. Öyle hemen olmuyor.

Şimdi kısa hikaye denememi unutun. Hayat insanın başına olmadık bela açar, ama aslında o belaları alıp da hayatımızı sokuşturan bizleriz, çünkü hayat denen ne yaptığı bilinmez karakter sadece sunar, teklifleri kabul etmek bize kalır. O yüzden ben, olan hiçbir şey için suçlu aramam, kendimden başka. Neyim varsa ben seçtim, başıma gelenlere kendim sebebim. Öyle istedim çünkü, bilerek ya da bilmeyerek. Çünkü bazen insan hangi yoldan yürümesi gerektiğini çok iyi bilir de, o yolda bir meyve ağacı görmeden ya da bırakması gereken yolda bir sırtlan görmeden doğru yola sapmayı göze alamaz. Ben sırtlanı da gördüm, meyve ağacını da… Narları toplamaya gittim diğer yola. Tabii uzun süredir alışıp yürüdüğün yolu terk etmek kolay değil. Narları toplarken de bir gözün öteki yolda acaba daha iyi bir şey var mıydı orada? Acaba sırtlanı aşmayı becersem daha mı güzeldi orası?

Hayır. İşte tam burada yapıyoruz hatayı. Bıraktıklarını, geçmişini kafandan, kalbinden atacaksın. Şimdi olduğun yerin keyfini çıkaracaksın. Seçimin bazen sana yanlış da görünse kendine olan inancından asla vazgeçmeyeceksin. Başkalarına değil sadece kendine inanacaksın…. Kendimi ikna etmeye çalışır gibi miyim biraz?

Nepalden biraz uzaklaştık gibi geldi size. Biraz öyle göründü biliyorum ama aslında hala ordayım ben. Sadece zihnim biraz gezinmek istedi.


Dönelim Nepale….

İhtiyaçlar hiyerarşisi kendi yolunda ilerlemiş ve beni çok şaşırtmışken, ben de hayatın yavaşlığına alıştım buralarda. Sabah 6.00’da uyanmak ama saat 14.00’e kadar hiçbir şey yapmamak o kadar güzel oldu ki bir süre sonra. Kitaplıktaki kitapları okudum, müzik dinledim, düşündüm, hayal kurdum, yazdım, çizdim. Saat 14.00 e yaklaşınca ders planı çıkardım. Ufaklıklarla hep oyun oynayarak ders yapıyoruz zaten. Öyle seviyorlar, İngilizceleri çok zayıf o yüzden eğlence olmadan dersten zevk almıyorlar, normal çocuklar gibi… Olması gerektiği gibi…
Medeniyetin ve teknolojinin bozduğu çocuk olmak kavramını özlemişim. Biz bu içinden geldiği gibi çocuk olmak durumunun sonlarına denk geldik nesil olarak. Arada balkonun önüne gidip “Anne!!! Ben oynuyorum hala!” diye hesap vermemiz gerektiyse de, akşama kadar sokaklarda, pislik içinde, hijyenden tamamen uzak, nezle olan arkadaşlarımızdan cüzamlı gibi kaçırılmadan, cep telefonu yokken, sokağın başında ki tostçu hala zehirsiz tost yaparken, evde artık eskimiş ve bizi sıkmış üç beş oyuncağımızdan başka bir şeyimiz yokken, bilgisayar, psp, xbox, ipod, wii, çıkmamışken, mertlik bozulmamışken topumuz komşunun balkonuna kaçarsa gidip alana kadar top oynayamazken, arka bahçeye ölen ev hayvanlarımızı küçük cenaze törenleriyle gömerken ve eve gelince dezenfektanla baştan ayağa temizlenmezken yaşadık biraz. İyi ki de yaşamışız. Çünkü bitmiş o zamanlar. Şimdi her şey plastik torbalarda, cam kavanozlarda, streç folyolara sarmalanmış raflarda. Nepalde ki çocukları gürünce içim gitti o yüzden. Burnumuz akınca tshirtümüzün koluna sildiğimiz zamanları hatırladım. Babaannemi hatırladım, sadece oynamaktan altımıza kaçırdığımızda bizi öyle apar topar banyoya sokuverirdi sokaktan gelince. Diğer zamanlarda elimiz yüzümüz yıkanırdı masaya otururduk. Hatta bazen, çok kirli görünmüyorsak yıkadık der asi tarafımızı oturturduk masaya. Elimi yıkamadan oturdum keh keh keh. Hiç dizanteri olmadık biz. Sokaktan paramızın yettiği her şeyi yerdik hatırlayın. Köşedeki Maraş dondurmacısı, o dondurmalar donup donup çözülmüş müdür kimse kurcalamazdı. Hiç tifo olmadık biz. Salmonella yoktu o zamanlar daha. Yan sokaktaki midyeciden son kuruşumuza kadar alır tıkınırdık midyeleri. Hala hayattayız. Çok sıcakta bir havlu tıkarlardı sırtımıza, çok soğukta eldiven bere, evden çıkana kadar tabii…


Hadi bunlar diyelim ki eğitim değişti, bilgiler değişti, hastalıklar evrimleşti falan ama ya sahip olduklarımız. Şimdi ki çocuklardan hangisi bir çift ayakkabıyla uyuyor yastığının yanında? Hangi oyuncağını kutusunda saklıyor? Kıymetlerini bilmedikleri gibi yetinmeyi de unuttular. Her şeyleri var çünkü… Bizim yoktu ya her şeyi alıyoruz onlara. Aman ben barbi çok istedim olmadı, kızımın olsun bari. O kadar oyuncağın çocuklarımıza neler yapacağı umurumuzda değil. 10 yaşında çocukların, bilgisayarları, cep telefonları, ipodları, wiileri, gitarları ve daha neleri var. Ben de yok hepsi…. Nerde yaptık hatayı ki diye sormasın kimse ileride.

Buradaki çocuklar 5 taş oynuyorlar hala, çember çeviriyorlar. Kendi ödevlerini kendileri yapıyorlar, benim dersime gelmek için evdeki işlerini çabucak bitiriyorlar, kimse onlara git İngilizce öğren demiyor, kendi istekleriyle geliyorlar. Defterleri, kalemleri, silgileri yok. Süslü okul çantaları, güzel ayakkabıları yok. Yeni kıyafetleri, ciltli defterleri yok. Ama ders bittiğinde yerlere yatıp, “no finish!!!” diye bağırıyorlar!.... Sonraki sınıf beklemesin diye uzatamıyorum dersi, onlara kalsa pilav yeme vaktine kadar ders yapılabilir…. Pilavdan, fasulyeden başka yemekleri de yok zaten. Odaları da yok…. Ama ağlayıp zırladıklarını görmedim, bir ben giderken doldu gözleri….

Ben gidip başıma belalar aramışım, o kalıp mevlasını bulmuş



Ben gidip başıma belalar aramışım
O kalıp mevlasını bulmuş…
Atilla İlhan



Kısa şiirlere bayılırım ben, kısa hikayelere de. Ben her şeyi uzun uzun anlatmayı severim ama kısa ve öz anlatılan her şeyi ben büyüler.

O yüzden bunu kısa ve öz deneyeceğim.

Kimse acı çekmek için sevmiyor. Kimse boşanmak için evlenmiyor. Kimse ölmek için doğmuyor ve kimse dönmek için gitmiyor…. Ama her güzel şeyin bir sonu var. Yok gezimin sonu gelmedi daha. O gidişin sonu yok zaten… Durakları var, molaları var ama ölene dek sonu yok. Bir kere gitti mi insan bir daha iflah olmuyor. Kafanda bir pencere açılmaya görsün, kapanmıyor.

Bir sabah kuaföre gidiyorsun, kafanda tapon bir topuz, hayalindekinden çok uzak, bi demet beyaz gülle süslenmiş… Makyajın biraz abartılı, senin günün çünkü bugün. Üstünde üşenmeyip annenle diktiğiniz beyaz dantel gelinliğin, evden çıkıyorsun. Her gün gibi aslında bugün de… Biraz abartılı her şey, yürümek biraz zor… Nikahtı tebrikti derken, hayalindeki tekneyle ve bütün sevdiğin insanlarla, bir yaz gecesi boğaza açılıyorsun. İçiyorsun, pasta kesip dans ediyorsun. Herkes mutlu, gülen, sevgi dolu yüzler. Damat hep bir yerlerde… Yukarıda hep…. Gece bitiyor her şey güzel, kafalar güzel…. Evine dönüyorsun.

Bundan tam 6 ay sonra bir gün, düğününe son anda istemsiz davet edilen bir kadının kocanın metresi olduğunu öğreniyorsun.

Ben de kısa ve öz bir hikaye anlatmak istedim sadece….

İşte bu ve benzeri anlarda git adı altında, afakanlara benzer ya da eskilerin dediği gibi iyi saatte olsunlar geliveriyor adama.

Derler ki zor zamanlar aydınlanma için en uygun zamanlarmış… E aydınlanırsın tabii. Salak olduğunu anlarsın en azından…

Toplarsın pılını pırtını, bizim manikürcünün tabiriyle, gidersin.
Ha onlar ananın evine gittin derlerse de sen Kathmandu’da uyanırsın…..

Kafan karışık, biraz ağlamaklı biraz aydınlanmış….
E ışık doğudan gelir…..
Ben de ışığın peşine gittim.
Kendi ışığımın….
Parıl parılmış, dünyayı aydınlatırmış istesem. Ben ne yapmışım?
Küçük odamı aydınlatmaya uğraşmışım senelerce.
Sonra fark ettim, karanlık, ışık yokken vardır sadece.
Yeter ki perdeler açık olsun……

Hayatımda İlk Kez Yaptığım Şeyler




Bir akşam dişlerimi fırçalarken tulumbanın başında, her gece gibi kaldırıp kafamı yıldızlara baktım. O an aklımdan geçenler oradan o kadar uzaktı ki aslında. Ben ezdirmem kendimi kimseye dedim. Bir daha kimsenin beni olduğumdan azmış gibi hissettirmesine izin vermem dedim. Ben buyum dedim. Ben kendimi seviyorum. Beni sevmeye ölsün dedim…. Biraz(!?) raksi (boğa öldüren) de içmiştim o akşam tamam.

Sonra odama çekildim. Kulaklıklarımı taktım müziği de açtım. Sanırım Metalica dinliyordum. Her şeyden vazgeçerim, yatağımdan, yemeğimden, kıyafetimden, bütün lüksümden rahatımdan ama müziğimden asla vazgeçmem.

Diş fırçalarken yıldızlara ilk burada baktığımı fark ettim. Balkona çıkın akşam dişinizi fırçalarken kendinizi bir teknenin güvertesinde ya da kumsalda hayal edin. Gökyüzüne bakarken dişlerinizi fırçalayın. Bir deneyin çok güzel oluyor.

Başka neler yaptım burada ilk kez diye düşündüm. Sonra da oturup yazdım hepsini.

Odamda bin çeşit haşereyle uykuya dalmayı başarmak.


Manda ve keçi eti.

Deli gibi yağan yağmurda, parmak arası terliklerle sanki günlük güneşlikmiş gibi sallana sallana yürümek.

Yağmurda ve dışarıda banyo yapmak.

Taze mango litchi papaya yemek.

Bufaloyla keçiyle itişmek, dalaşmak.

Hint keneviri ağacı görmek.

Yere çömelip, hiçbişi yapmadan, bacaklarım ağrımadan oturmak. (Doğru oturuşu öğrendim çünkü, ayaklar parmak ucu değil tam basacak)

2 günden fazla üst üste sabah 6 da kalkmak.

2 günden fazla üst üste akşam 9 da uyuyakalmak.

Surya marka sigara.

raksi.

Gece dışarıda ki tuvalete gitmek.

Matematik öğretmek.

Maslow'un İhtiyaçlar Hiyerarşisi



Bir gün bir sohbet sırasında sevgili arkadaşım Mehmet, namı diğer Dayıoğlu, benim her zamanki saçma sorularımdan birin yanıt vermeye çabalıyordu. “Dayıoğlu de bakayım, neden bu insanlar kim ne giymiş kim kimle gezmiş bu kadar meraklı ve neden insanlar markalara kafayı bu kadar takmışlar ki?” Dayıoğlu bana Maslow’un piramidini anlattı. Onun deyimiyle ihtiyaçlar hiyerarşisi.

İnsan önce hayatta kalmaya çalışıyor. Ne zaman güvende hissediyor, artık kaygıları değişmeye başlıyor. Karnını doyurmak, sonrasında güzel doyurmak. Kalacak bir yer, ve hatta güzel bir yer. Üst baş. Önce üşümemek için sonra güzel görünmek için. E soyunu sopunu da korumaya aldıktan sonra kaygılanacak bir şey kalmıyor doğal olarak. Geliyor daha güzel kıyafetler, eşyalar, mücevherler, mal mülk…. E onlar da bitince kim kimle ne yapmış neden yapmış gibi hayattan tamamen uzakta anlamsız kaygılar vukuu buluyor….


Aklımda kalmış bu piramit meselesi. Seneler sonra Nepal’in minik bir köyünde bu ihtiyaçlar hiyerarşisini kendi çapımda ispatlayacağım varmış.

Önce hayatta kalmaya çalıştım. Fareler, dev örümcekler, karafatmalar, yılanlar, semenderler ve daha nice haşereye alışana kadar bir avuç pilavla doydum başka bir şey aklıma bile gelmedi. Üstümde aynı pantolon ve tshirtle, kaşıma gözüme bakmadan, saçlarımı taramadan gezdim. Açlık hissetmedim. En sonunda anladım ki bu yaratıklar beni öldürmez, güvendeyim. Tam o anda açlık vukuu buldu. Bir avuç pilav yetmez oldu. Nepalliler gibi koca bir tabak yemeye başladım. Hep ikinci kez yemek istedim. Yaklaşık 2 hafta boyunca aklımda bin çeşit yemek geçti durdu. Bir çift kaşarlı ya da 7 ıslak hamburger için hangi uzvumu vereceğime karar veremedim bir türlü. Ama sonra sabah erkenden yemek yerine öğlene kaydırınca pilav vaktini açlık da kayboldu. Tabii bu arada köyde iki bakkal keşfettim, ev yapımı kurabiye satan tanesi 1 rupiden, oraya musallat oldum her öğleden sonra. Bazen samosa yedim kola içtim bazen kurabiyelerle mango suyu. Sonunda yemek problemi de çözülünce, bavulumu düzeltip yıkayıp yıkayıp iki yamulmuş tshirtü kaldırdım ortadan. Kot pantolonumu falan çıkarttım pijamaları kestim şort yaptım. Aynaya baktım. Cımbızımla barıştım. Saçlarımı hergün yıkadım taradım bağladım. İnsana döndüm anlayacağınız. Sonra kütüphanedeki kitapları keşfettim, İngilizce olanların hepsini okudum hatta Fransızca olana bile göz attım. Kitaplıktaki cosmopolitanları buldum. Hayatta okumadığım bu dergileri defalarca okudum, testleri çözdüm.

İşte tam bu noktada piramidin tepesine ulaştım kendime güldüm…. Hint magazin programını seyrettiğim gün de tamam dedim olmuşum ben…. Oldum ben Nepal’de…

Aslında sevmediğim her şeyden uzaklaşmaya gittiğim bir köyde, özüme döndüm. Kendimi öyle kabul ettim sonunda. Budur dedim. Kaygılanacak bir şey kalmadıysa buluyoruz işte. Normalmiş…. Doğalmış… Denedim oldu….