28 Aralık 2008 Pazar

Her Şey Aydınlandı












Gerçekten mi? Hayır tabii, her şeyin aydınlanma ihtimali olan tek bir an var bence insanın hayatında, o da ölüm anı. E, hala hayatta olduğuma göre hayır, her şey aydınlanmadı. Aydınlanmasın zaten. Arayış biter sorular cevaplanırsa. Sebep kalmaz artık. Ama bazı şeyleri anlamanın zamanı kendiliğinden geliyor. Bir şarkıda geçiyordu, zaman her şeyi çözer, şu beklemek olmasa. Ama beklemek gerek, biraz sabretmek gerek. Bazı şeyleri akıl kalpten kolay kabul eder. Kalbi akıla yetiştirmek gerek. Nasıl bazen ruhu bedene eşitlemek gerekiyorsa… Zor işler bunlar tabii. Öyle hemen olmuyor.

Şimdi kısa hikaye denememi unutun. Hayat insanın başına olmadık bela açar, ama aslında o belaları alıp da hayatımızı sokuşturan bizleriz, çünkü hayat denen ne yaptığı bilinmez karakter sadece sunar, teklifleri kabul etmek bize kalır. O yüzden ben, olan hiçbir şey için suçlu aramam, kendimden başka. Neyim varsa ben seçtim, başıma gelenlere kendim sebebim. Öyle istedim çünkü, bilerek ya da bilmeyerek. Çünkü bazen insan hangi yoldan yürümesi gerektiğini çok iyi bilir de, o yolda bir meyve ağacı görmeden ya da bırakması gereken yolda bir sırtlan görmeden doğru yola sapmayı göze alamaz. Ben sırtlanı da gördüm, meyve ağacını da… Narları toplamaya gittim diğer yola. Tabii uzun süredir alışıp yürüdüğün yolu terk etmek kolay değil. Narları toplarken de bir gözün öteki yolda acaba daha iyi bir şey var mıydı orada? Acaba sırtlanı aşmayı becersem daha mı güzeldi orası?

Hayır. İşte tam burada yapıyoruz hatayı. Bıraktıklarını, geçmişini kafandan, kalbinden atacaksın. Şimdi olduğun yerin keyfini çıkaracaksın. Seçimin bazen sana yanlış da görünse kendine olan inancından asla vazgeçmeyeceksin. Başkalarına değil sadece kendine inanacaksın…. Kendimi ikna etmeye çalışır gibi miyim biraz?

Nepalden biraz uzaklaştık gibi geldi size. Biraz öyle göründü biliyorum ama aslında hala ordayım ben. Sadece zihnim biraz gezinmek istedi.


Dönelim Nepale….

İhtiyaçlar hiyerarşisi kendi yolunda ilerlemiş ve beni çok şaşırtmışken, ben de hayatın yavaşlığına alıştım buralarda. Sabah 6.00’da uyanmak ama saat 14.00’e kadar hiçbir şey yapmamak o kadar güzel oldu ki bir süre sonra. Kitaplıktaki kitapları okudum, müzik dinledim, düşündüm, hayal kurdum, yazdım, çizdim. Saat 14.00 e yaklaşınca ders planı çıkardım. Ufaklıklarla hep oyun oynayarak ders yapıyoruz zaten. Öyle seviyorlar, İngilizceleri çok zayıf o yüzden eğlence olmadan dersten zevk almıyorlar, normal çocuklar gibi… Olması gerektiği gibi…
Medeniyetin ve teknolojinin bozduğu çocuk olmak kavramını özlemişim. Biz bu içinden geldiği gibi çocuk olmak durumunun sonlarına denk geldik nesil olarak. Arada balkonun önüne gidip “Anne!!! Ben oynuyorum hala!” diye hesap vermemiz gerektiyse de, akşama kadar sokaklarda, pislik içinde, hijyenden tamamen uzak, nezle olan arkadaşlarımızdan cüzamlı gibi kaçırılmadan, cep telefonu yokken, sokağın başında ki tostçu hala zehirsiz tost yaparken, evde artık eskimiş ve bizi sıkmış üç beş oyuncağımızdan başka bir şeyimiz yokken, bilgisayar, psp, xbox, ipod, wii, çıkmamışken, mertlik bozulmamışken topumuz komşunun balkonuna kaçarsa gidip alana kadar top oynayamazken, arka bahçeye ölen ev hayvanlarımızı küçük cenaze törenleriyle gömerken ve eve gelince dezenfektanla baştan ayağa temizlenmezken yaşadık biraz. İyi ki de yaşamışız. Çünkü bitmiş o zamanlar. Şimdi her şey plastik torbalarda, cam kavanozlarda, streç folyolara sarmalanmış raflarda. Nepalde ki çocukları gürünce içim gitti o yüzden. Burnumuz akınca tshirtümüzün koluna sildiğimiz zamanları hatırladım. Babaannemi hatırladım, sadece oynamaktan altımıza kaçırdığımızda bizi öyle apar topar banyoya sokuverirdi sokaktan gelince. Diğer zamanlarda elimiz yüzümüz yıkanırdı masaya otururduk. Hatta bazen, çok kirli görünmüyorsak yıkadık der asi tarafımızı oturturduk masaya. Elimi yıkamadan oturdum keh keh keh. Hiç dizanteri olmadık biz. Sokaktan paramızın yettiği her şeyi yerdik hatırlayın. Köşedeki Maraş dondurmacısı, o dondurmalar donup donup çözülmüş müdür kimse kurcalamazdı. Hiç tifo olmadık biz. Salmonella yoktu o zamanlar daha. Yan sokaktaki midyeciden son kuruşumuza kadar alır tıkınırdık midyeleri. Hala hayattayız. Çok sıcakta bir havlu tıkarlardı sırtımıza, çok soğukta eldiven bere, evden çıkana kadar tabii…


Hadi bunlar diyelim ki eğitim değişti, bilgiler değişti, hastalıklar evrimleşti falan ama ya sahip olduklarımız. Şimdi ki çocuklardan hangisi bir çift ayakkabıyla uyuyor yastığının yanında? Hangi oyuncağını kutusunda saklıyor? Kıymetlerini bilmedikleri gibi yetinmeyi de unuttular. Her şeyleri var çünkü… Bizim yoktu ya her şeyi alıyoruz onlara. Aman ben barbi çok istedim olmadı, kızımın olsun bari. O kadar oyuncağın çocuklarımıza neler yapacağı umurumuzda değil. 10 yaşında çocukların, bilgisayarları, cep telefonları, ipodları, wiileri, gitarları ve daha neleri var. Ben de yok hepsi…. Nerde yaptık hatayı ki diye sormasın kimse ileride.

Buradaki çocuklar 5 taş oynuyorlar hala, çember çeviriyorlar. Kendi ödevlerini kendileri yapıyorlar, benim dersime gelmek için evdeki işlerini çabucak bitiriyorlar, kimse onlara git İngilizce öğren demiyor, kendi istekleriyle geliyorlar. Defterleri, kalemleri, silgileri yok. Süslü okul çantaları, güzel ayakkabıları yok. Yeni kıyafetleri, ciltli defterleri yok. Ama ders bittiğinde yerlere yatıp, “no finish!!!” diye bağırıyorlar!.... Sonraki sınıf beklemesin diye uzatamıyorum dersi, onlara kalsa pilav yeme vaktine kadar ders yapılabilir…. Pilavdan, fasulyeden başka yemekleri de yok zaten. Odaları da yok…. Ama ağlayıp zırladıklarını görmedim, bir ben giderken doldu gözleri….

Ben gidip başıma belalar aramışım, o kalıp mevlasını bulmuş



Ben gidip başıma belalar aramışım
O kalıp mevlasını bulmuş…
Atilla İlhan



Kısa şiirlere bayılırım ben, kısa hikayelere de. Ben her şeyi uzun uzun anlatmayı severim ama kısa ve öz anlatılan her şeyi ben büyüler.

O yüzden bunu kısa ve öz deneyeceğim.

Kimse acı çekmek için sevmiyor. Kimse boşanmak için evlenmiyor. Kimse ölmek için doğmuyor ve kimse dönmek için gitmiyor…. Ama her güzel şeyin bir sonu var. Yok gezimin sonu gelmedi daha. O gidişin sonu yok zaten… Durakları var, molaları var ama ölene dek sonu yok. Bir kere gitti mi insan bir daha iflah olmuyor. Kafanda bir pencere açılmaya görsün, kapanmıyor.

Bir sabah kuaföre gidiyorsun, kafanda tapon bir topuz, hayalindekinden çok uzak, bi demet beyaz gülle süslenmiş… Makyajın biraz abartılı, senin günün çünkü bugün. Üstünde üşenmeyip annenle diktiğiniz beyaz dantel gelinliğin, evden çıkıyorsun. Her gün gibi aslında bugün de… Biraz abartılı her şey, yürümek biraz zor… Nikahtı tebrikti derken, hayalindeki tekneyle ve bütün sevdiğin insanlarla, bir yaz gecesi boğaza açılıyorsun. İçiyorsun, pasta kesip dans ediyorsun. Herkes mutlu, gülen, sevgi dolu yüzler. Damat hep bir yerlerde… Yukarıda hep…. Gece bitiyor her şey güzel, kafalar güzel…. Evine dönüyorsun.

Bundan tam 6 ay sonra bir gün, düğününe son anda istemsiz davet edilen bir kadının kocanın metresi olduğunu öğreniyorsun.

Ben de kısa ve öz bir hikaye anlatmak istedim sadece….

İşte bu ve benzeri anlarda git adı altında, afakanlara benzer ya da eskilerin dediği gibi iyi saatte olsunlar geliveriyor adama.

Derler ki zor zamanlar aydınlanma için en uygun zamanlarmış… E aydınlanırsın tabii. Salak olduğunu anlarsın en azından…

Toplarsın pılını pırtını, bizim manikürcünün tabiriyle, gidersin.
Ha onlar ananın evine gittin derlerse de sen Kathmandu’da uyanırsın…..

Kafan karışık, biraz ağlamaklı biraz aydınlanmış….
E ışık doğudan gelir…..
Ben de ışığın peşine gittim.
Kendi ışığımın….
Parıl parılmış, dünyayı aydınlatırmış istesem. Ben ne yapmışım?
Küçük odamı aydınlatmaya uğraşmışım senelerce.
Sonra fark ettim, karanlık, ışık yokken vardır sadece.
Yeter ki perdeler açık olsun……

Hayatımda İlk Kez Yaptığım Şeyler




Bir akşam dişlerimi fırçalarken tulumbanın başında, her gece gibi kaldırıp kafamı yıldızlara baktım. O an aklımdan geçenler oradan o kadar uzaktı ki aslında. Ben ezdirmem kendimi kimseye dedim. Bir daha kimsenin beni olduğumdan azmış gibi hissettirmesine izin vermem dedim. Ben buyum dedim. Ben kendimi seviyorum. Beni sevmeye ölsün dedim…. Biraz(!?) raksi (boğa öldüren) de içmiştim o akşam tamam.

Sonra odama çekildim. Kulaklıklarımı taktım müziği de açtım. Sanırım Metalica dinliyordum. Her şeyden vazgeçerim, yatağımdan, yemeğimden, kıyafetimden, bütün lüksümden rahatımdan ama müziğimden asla vazgeçmem.

Diş fırçalarken yıldızlara ilk burada baktığımı fark ettim. Balkona çıkın akşam dişinizi fırçalarken kendinizi bir teknenin güvertesinde ya da kumsalda hayal edin. Gökyüzüne bakarken dişlerinizi fırçalayın. Bir deneyin çok güzel oluyor.

Başka neler yaptım burada ilk kez diye düşündüm. Sonra da oturup yazdım hepsini.

Odamda bin çeşit haşereyle uykuya dalmayı başarmak.


Manda ve keçi eti.

Deli gibi yağan yağmurda, parmak arası terliklerle sanki günlük güneşlikmiş gibi sallana sallana yürümek.

Yağmurda ve dışarıda banyo yapmak.

Taze mango litchi papaya yemek.

Bufaloyla keçiyle itişmek, dalaşmak.

Hint keneviri ağacı görmek.

Yere çömelip, hiçbişi yapmadan, bacaklarım ağrımadan oturmak. (Doğru oturuşu öğrendim çünkü, ayaklar parmak ucu değil tam basacak)

2 günden fazla üst üste sabah 6 da kalkmak.

2 günden fazla üst üste akşam 9 da uyuyakalmak.

Surya marka sigara.

raksi.

Gece dışarıda ki tuvalete gitmek.

Matematik öğretmek.

Maslow'un İhtiyaçlar Hiyerarşisi



Bir gün bir sohbet sırasında sevgili arkadaşım Mehmet, namı diğer Dayıoğlu, benim her zamanki saçma sorularımdan birin yanıt vermeye çabalıyordu. “Dayıoğlu de bakayım, neden bu insanlar kim ne giymiş kim kimle gezmiş bu kadar meraklı ve neden insanlar markalara kafayı bu kadar takmışlar ki?” Dayıoğlu bana Maslow’un piramidini anlattı. Onun deyimiyle ihtiyaçlar hiyerarşisi.

İnsan önce hayatta kalmaya çalışıyor. Ne zaman güvende hissediyor, artık kaygıları değişmeye başlıyor. Karnını doyurmak, sonrasında güzel doyurmak. Kalacak bir yer, ve hatta güzel bir yer. Üst baş. Önce üşümemek için sonra güzel görünmek için. E soyunu sopunu da korumaya aldıktan sonra kaygılanacak bir şey kalmıyor doğal olarak. Geliyor daha güzel kıyafetler, eşyalar, mücevherler, mal mülk…. E onlar da bitince kim kimle ne yapmış neden yapmış gibi hayattan tamamen uzakta anlamsız kaygılar vukuu buluyor….


Aklımda kalmış bu piramit meselesi. Seneler sonra Nepal’in minik bir köyünde bu ihtiyaçlar hiyerarşisini kendi çapımda ispatlayacağım varmış.

Önce hayatta kalmaya çalıştım. Fareler, dev örümcekler, karafatmalar, yılanlar, semenderler ve daha nice haşereye alışana kadar bir avuç pilavla doydum başka bir şey aklıma bile gelmedi. Üstümde aynı pantolon ve tshirtle, kaşıma gözüme bakmadan, saçlarımı taramadan gezdim. Açlık hissetmedim. En sonunda anladım ki bu yaratıklar beni öldürmez, güvendeyim. Tam o anda açlık vukuu buldu. Bir avuç pilav yetmez oldu. Nepalliler gibi koca bir tabak yemeye başladım. Hep ikinci kez yemek istedim. Yaklaşık 2 hafta boyunca aklımda bin çeşit yemek geçti durdu. Bir çift kaşarlı ya da 7 ıslak hamburger için hangi uzvumu vereceğime karar veremedim bir türlü. Ama sonra sabah erkenden yemek yerine öğlene kaydırınca pilav vaktini açlık da kayboldu. Tabii bu arada köyde iki bakkal keşfettim, ev yapımı kurabiye satan tanesi 1 rupiden, oraya musallat oldum her öğleden sonra. Bazen samosa yedim kola içtim bazen kurabiyelerle mango suyu. Sonunda yemek problemi de çözülünce, bavulumu düzeltip yıkayıp yıkayıp iki yamulmuş tshirtü kaldırdım ortadan. Kot pantolonumu falan çıkarttım pijamaları kestim şort yaptım. Aynaya baktım. Cımbızımla barıştım. Saçlarımı hergün yıkadım taradım bağladım. İnsana döndüm anlayacağınız. Sonra kütüphanedeki kitapları keşfettim, İngilizce olanların hepsini okudum hatta Fransızca olana bile göz attım. Kitaplıktaki cosmopolitanları buldum. Hayatta okumadığım bu dergileri defalarca okudum, testleri çözdüm.

İşte tam bu noktada piramidin tepesine ulaştım kendime güldüm…. Hint magazin programını seyrettiğim gün de tamam dedim olmuşum ben…. Oldum ben Nepal’de…

Aslında sevmediğim her şeyden uzaklaşmaya gittiğim bir köyde, özüme döndüm. Kendimi öyle kabul ettim sonunda. Budur dedim. Kaygılanacak bir şey kalmadıysa buluyoruz işte. Normalmiş…. Doğalmış… Denedim oldu….

14 Ağustos 2008 Perşembe

Yağmur








Muson mevsimi artık burada. Günün her anı deli gibi bir yağmur başlayabilir. Öngörmenin bir yolu yok. Gece yıldızlara bakıp, yarın hava güzel olacak demek olası değil. Çamaşırları yıkayıp astıktan 7 dakika sonra bardaktan boşanırcasına bir yağmur başlayabilir. Hatta yağmur genelde birilerinin çamaşır yıkamasını bekler gibi… Çok sıcak dayanamayacağım dediğiniz anda iki t-shirt yıkayıp asın anında serinliyor ortalık. Önceleri koşup çamaşırları toplamaya girişiyordum, bir süre sonra anlamsız geldi. Topladığın çamaşırları yağmur dindi diye asmayı bitirdiğin an yeniden başlama olasılığı fazlasıyla yüksek. Bırak ıslansın, kurusun ve yeniden ıslansın… Nasıl olsa eninde sonunda kuru yakalarsın çamaşırları. Gerçi nemden hiçbir şey gerçekten kurumuyor, o ayrı…







Asıl komik ama keyifli olan yağmurda günlük yaşamını sürdürme karmaşası. Tuvalete ya da mutfağa şemsiyeyle gitmek. Tulumbanın başında şemsiyeyle ellerini yıkamak. Şemsiye burada en verimli kullanılan alet zaten. Güneşten de korunuluyor onunla yağmurdan da… Eskiden, şemsiye ilk icat edildiğinde güneşten korunmak için kullanılırmış. Hatta biri yağmura çıktığında şemsiyeyle gülmüş dalga geçmişler. Ama sonra şemsiye yağmurdan korunmak için kullanılır olmuş. Şimdi ben Antalya’da yazın şemsiyeyle gezsem ne gülerler bana. Halbuki güneşin alnında canından bezmek yerine iki kişinin bana gülmesini göze alsam ne kolay olacak her şey. Neden başkalarının düşündüklerini umursuyoruz biz bu kadar? Dönünce güneşe şemsiyeyle çıkacağım. Kafam pişmeden dolanırken ben, beyni sulanmış insanlar gülecek halime! Ben de onların haline……



Yağmur başlar başlamaz, bahçeye güneşte kurumaya bırakılmış mısırlar hızla toplanıyor. Eğer hız kesmezse deli yağmur mutfak kapısı kapatılıyor, bahçedeki tahta sedirin üstünde duran matlar toplanıyor, pencereler kapatılıyor. Daha hala yavaşlayacağı yoksa içeri girilip bekleniyor. Genelde elektrikler yağmurun hızına paralel kesiliyor. Bir anda ortalığı yağmurdan başka hiçbir şeyin duyulmadığı bir sükunet kaplıyor. Yağmur hızlandıkça dünya sessizleşiyor. Sanki her şey, herkes kendini yağmura, doğaya bırakıyor. İlk bastırdığı anda ki koşuşturma ve acele bir anda bitiyor. Her şey kendine özgü bir huzura kavuşuyor.





Muson mevsiminde gece de bir acayip. Bir taraftan tüm gecelerden serin oluyor yağmur yağan geceler, öbür taraftan gürültüden uyumak ne mümkün. Ama 40 derece sıcağı mı tercih edersin kafana inmekte olan çatıyı mı dediklerinde çatıdan yana tercih yapacağım kesin. Rutin yağmur sesi bir süre sonra ninniye dönüşüyor.



 
Kendini doğanın gücüne, kendini bilmez istikrarsızlığına, seni zerre kadar umursamayan kibirine teslim ettiğin anda uykuya dalıyorsun. Senden büyük bir güç var. Karşı koyamadığın, başa çıkamadığın, anlam veremediğin, katagorize edip dizginleyemediğin. Kontrolü bırakıyorsun. Kontrolü bırakıyorum. Hayatımda ilk kez…

Tharu Köyü









Sabah yavaş yavaş büyüyen mısırlara bakarak sütlü çayımla sigaramı tüttürdüm. Sonra çay bulaşıklarını yıkadım. Sarita ve Rekha’ya yemek yapmakta yardım etmiyorum. Benim mutfağıma yabancı girmesinden ve o nerede bu nerede demesinden nefret ederim. Düzen hemen bozulur. Ona cevap vereceğim derken iş yavaşlar. O yüzden bilmediğim mutfaklara düzenlere müdahale etmem. Ayakaltında dolaşmam. Zaten burada yemek yapmak bizdeki gibi bir dert değil. Her gün, günde iki kere pilav pişiricisine ayıklanıp yıkanan pirinçler ve gereğince su konur, çalıştırılır. Fasulyeler eski usul düdüklü tencereye, ne oldu onlara bu arada? tek parmak açılıp kapanan ve hatta yıkananlar çıktı kayboldular, konur pişirilir. Patatesler o gün bahçeden ya da komşudan edinilen ne sebze varsa onunla pişirilir. Bu kadar. Ne yapacağım, ne pişireceğim diye bir dert yok.







Haliyle, pişirmesine karışmadığım yemeklerin bulaşıklarını ben üzerime aldım. Böylece yemek sonrası Sarita ve Rekha bununla uğraşmak zorunda kalmazlar dedim. Tabii bunu başarabilmek için üstün hızlı yemek yeme kabiliyetimi kullanmam gerekiyor. Ne zaman Shreeram’la Nepal’in politik durumu, eğitim, din gibi derin konularda sohbete dalsak bana tulumbayı basmak kalıyor. Sohbette bile bir gözüm tulumbada oluyor ama… Hatta bak oğluna örnek olman gerek, karına yardım etmen gerek gibi şeytani fikirleri kafasına sokmak suretiyle Shreeram’ı bana yardım etmeye ikna ettiğim çok zaman oldu. Her gönüllü iki kez bulaşık yıkatsa ona oğlu da bir gün karısına evde yardım eder herhalde dedim. Benden öncekiler de demiş…
Bugün köyle tanışmaya gidiyorum. Bir gece, Shreeram’ın gizli sigarası bahanesiyle uğrayıp tanıştığımız kadınlara ilk dersimi vereceğim bugün. Tabii daha çok erken. Ev işlerini, tarla işlerini, pirinç pişirmelerini bitirecekler, akşam 6’da 1 saat matematik, 1 saat İngilizce öğrenecekler. Ben ki 4 kişiden fazla insanın önünde konuşurken kalp atışı 120’ye çıkan insan, 14 kadına matematik öğreteceğim. Dillerini bilmediğim, tanımadığım, haklarında hiçbir şey bilmediğim 14 kadına….
Günümü heyecan ve karın ağrısıyla geçirdim. Nepalce 20’ye kadar sayıları çalıştım. Nepal’de Sanskrit alfabesi kullanılıyor. Dolayısıyla sayılar da farklı. Ben onlara Nepalce olarak, İngilizce sayıları öğreteceğim. Onunla da kalmayacak 4 işlem öğreteceğim. Biraz hazırlık yaptım. İngilizce öğretmek daha mı kolay olacak daha mı zor bilemedim. Neyle başlamalı nerden çıkmalı. Türkçe bilen çocuklara İngilizce öğrettim ben. Çok da güzel öğrettim. Ama bu nasıl olacak bilmem. Üstesinden gelirim elbet. Buraya kadar geldiğime göre bu iş için…. Bir bildiğim var herhalde, farkında olmadığım. Benden içeri….
 
Aslında bu kadınlara ders verme meselesi Julie’den çıktı. Buraya gelirken sadece çocuklara öğretmeye geldim. Julie dikiş eğitimi alan kadınlara sayıları, temel işlemleri öğretir misin günde bir saat diye sordu. Tabii dedim. Sonra tanışmaya ilk gittiğimde dediler ki biz İngilizce de öğrenmek istiyoruz. Hay hay dedim…

Heyecan, karın ağrısı, öğle pilavı, akşam çayı derken vakit geldi çattı. Yavaş yavaş yürüdüm köye. 3 dakika sürdü… Sita Kumari’nin evine gittim. Anahtar onda. Sita Kumari; üç çocuğuyla, bir oda kerpiç evinin kapısında karşıladı beni. Namaste dedim otur dedi, “Bosnus”. Oturdum. Etrafımı insanlar sardı, pilav yedin mi dediler. Saçın boya mı diye sordular. Nereden geldin dediler. Cevap verdim. Yedim, değil, Türkiye…

Derse gittik. 6 tane kolon, üstünde metal çatısı, malzemelerin bulunduğu kilitli bir odasıyla ufak bir derslik. İçeriden matları çıkardık, dersliği süpürdük, silgiyi tebeşirleri aldık. Sita bana bir sandalye çıkardı içeriden. Çantamı koydum üstüne.
Kadınlar geldi. “Namaste, mero naam Manju ho” dedim. Gülüştüler. Selam, adım Manju demek. Namaste derken eller göğüste birleşiyor ve kafa hafifçe öne eğiliyor. Hepsi tek tek içimdeki tanrıyı kutsadı, ismini söyledi. Ben de elimdeki küçük deftere not aldım. Bazılarını tek seferde anladım bazılarını 10! Bakalım ezberlerim elbette…
Tanıştıktan sonra, sayılara başladım. Vakit kaybetmeye niyetim yok. 1’den başladık. 10’a kadar gelebildik ilk derste. Kadınların bir kısmı ilkokul düzeyinde bile eğitim görmemişler. Deftere nasıl yazı yazılacağını bilmeyenler var ama hepsi çok istekli. Öğrenme şansları var diye mutlular. İkinci ders İngilizce’ye giriş yaptık. Alfabeyi öğrettim. Nepaldeki eğitim sistemi çok farklı. İngilizce özellikle. Alfabeyi neredeyse bir senede öğretiyorlar. Her harf için 3 kelime ezberleniyor. Ve onlar tekrarlanıp duruyor yıl boyunca. Ben bizim öğrendiğimiz şekilde başladım derse. Alfabenin tamamı bir derste. Sonrası sonra….
 

İkinci dersin ortalarında elektrik gitti. Karanlık çökerken kara tahta yavaş yavaş görünmez oldu. Kafalarda akşam yemeği, kollarda bacaklarda sivrisinekler, gözler kısık, bağımsız film misali sahne karardı. Ertesi gün için dersi bir saat öne çektik.
Eve dönerken ufaklıklar ellerinde fenerle yol gösterdiler bana. Goodnight Manju! Diye bağırarak eve bıraktılar beni. Bahçeye girdiğimde ev ahalisi karşıladı beni gülümseyerek. Yemek vakti. Tulumbanın başına gittim. Elimi ayaklarımı yıkadım. Tebeşir tozu içindeydim. Eh dedim tebeşir yutmuş insanım ben bugüne bugün…
Yemeğimizi yedik. Bulaşıkları yıkadım. Elektrikler geldi. Çocuklar televizyona, ben odama gittim. Müzik dinledim. Yüzümde bir gülümseme. Cibinliğimin içinde güvende, kendimden memnun, fanım çalışıyor… Uyku geldi bedene… 1 2 3 4 5 6 7 8 9 10…………

31 Temmuz 2008 Perşembe

yemek ve dans



İnsan hep bir şeyler arar. Bulur da. Ama nedense bulduklarıyla yetinemez, aramaya devam eder. Aslında amaç aranan şey değildir hiçbir zaman. Sürecin kendisidir. Ararız, kaybolmamak için. Ararız, bulunmak için. Ararız, bulunmamak için.
Ufak şeyler ararız, bulunması nispeten kolay şeyler. Dostluk, tutku, para, ev… Ama bunlar bizi oyalar. Aslında biz bulunması imkansız şeyler ararız. Huzur, gerçek aşk, ruh eşi, hayatın amacı, büyük kurtarıcı. Bulamayacağımızdan emin olduğumuz şeyler ki bulamayalım, bitmesin arayış, hep sürsün...

Etrafımdaki pirinç tarlalarını sarmalayan yüksek dağların karanlığa gömülmüş zirvelerine bakarak dişlerimi fırçalarken ayağımın üstünden bir kurbağa zıpladı. Keşke onu arıyor olsaydım ben… Ne kolay olurdu her şey. Ben bulunası bir şey aramadım. Bulmak da istemedim. İyi ki de bulmadım. Aramaya devam….

Cuma akşamı, Julie, Daddo ve Bhim geldiler. Yanlarında iki koca şişe raksiyle. Önce yemeğimizi yedik. Bugün değişiklik var, tavuk da var yemekte. Genelde haftada bir yeniyor et. Tavuk ya da keçi. Çok da güzel pişiriyorlar. Masala denen bir baharatları var. Kocaman bir taşın üstünde, kimyon, kişniş, tarçın, beyaz biber, rezene tohumu, kakule ve kırmızı biberi, bir taş parçasıyla ezme kıvamına getiriyorlar. Acı ama harika....


Elektrikler kesik olduğundan avluda matın üzerinde yemek yedik. Mumlar yakıldı. Çocuklar önce yediklerinden etrafımızda toplandılar, sonra da içeriden şalları kapıp dansa başladılar. Büyükler söyledi onlar dans etti. Biz de bir yandan sıcak raksimizi içtik. Sarita içkiye de sigaraya da karşı aslında ama misafir olunca, kurallar kalkıyor. Biz batılıyız çünkü. Günahımız boynumuza…. Keşke herkes böyle baksa dünyaya. Keşke herkes kendi derdine yansa, kimsenin bekçiliğini yapmasa.




Julie ve Dadoo Fransa'dan gelmişler. Julie 3 yıl önce 2 aylığına gelip 4 ay kalmış. Buraya aşık olmuş. Bir sene geçmeden kocasıyla bir daha gelmiş. Fransa da bir dernek kurup FaceNepal'le ortak işler yapmış. Önce eğitim verdiğimiz merkezi yapmışlar. Şimdi de yeni bir proje için burada. Kadınlara bir dikiş atölyesi açtılar. 30 kadın eğitim alıyor. Topladıkları bağışlarla 8 dikiş makinesi aldılar, bir atölye kiraladılar, hoca tuttular. 6 ay boyunca dikiş eğitimi alacak kadınlar. Her sabah 6’dan 12’ye kadar 8erli gruplar halinde eğitime gidiyorlar. Julie de şu anda arkadaşı Dadoo ile bu projenin başlatılması için gelmiş. Nepal’e taşınmak için can atıyor aslında. Fırsatını bulunca toplanıp geri gelecek…







Elektrik gelince çocuklar içeri koşup radyoyu getirdiler. Müzik çalıp dans etmeye başladılar. Bir yerden sonra büyükler de, raksinin etkisiyle dansa giriştiler. Bana da dans et dediler ama durun dedim öğreneyim önce.





 

Ben matta oturmuş, elimde içkim sigaram onları seyrederken önce yavaşladı her şey. Bir süre ağır çekimde, gülen çocuklar dans eden sarhoş yetişkinler vardı. Sonra durdu her şey. Havada asılı kaldı dans. Hareketler dondu. Kulağımda radyoda çalandan çok başka bir müzik. Ateş böcekleri durdu. Rüzgar durdu. Kendimi uzaktan, çok yüksekten gördüm. Dönerek çıktım oraya. Yüzümde hüzün vardı. İçimde hüzün vardı. O hüznün tam orta yerinde parlayan kocaman bir şey vardı. Artık orada olmadığından emin olduğum bir şey. Kaybettiğimden emin olduğum, aramaya tenezzül bile etmediğim bir şey. Burada, Nepal denen bir ülkenin, Patalahara adlı bir köyünde, bizim olmazsa olmazlarımızdan bihaber, küçük evleri, gel git elektrikleri, yağmura bağlı kuyu suları, metal tabakları, dal bhat tarkarileri, matları, iki takım kıyafetleri, en ucuzundan defter kitapları, beş taşları, şişe kapakları, kerpiç duvarları, 37 ekran televizyonları, tahta yatakları, odun ocakları, keçileri, her fırsatta gülen yüzleriyle ve her yeni günün bir öncekinden güzel olacağına dair sonsuz inançlarıyla kalbimi ısıtan bu insanlardan bana bulaşan bir şey vardı. Umut…




Yarın çok daha güzel olacak...

30 Temmuz 2008 Çarşamba

Mango Ağacı






Yine sabah 6.00. Bu sefer kimsenin kapımı yumruklamasına gerek kalmadan uyandım. Ama daha kapımı açamadan, Manju diye bağırdı Rekha Didi. “Hajur” dedim. “Chiya” dedi. Hajur, buyur demek, chiya da çay. Çayımı aldım. Sigaramı yaktım. Yatakta oturup penceremin dışındaki “cannabis sativa (marihuana)” ağacına bakarak sigaramı içtim. Artık biliyorum ne ağacı olduğunu! Ev sahinin kardeşi ekmiş bir ara, yağmur ve güneş sayesinde kocaman olmuş. Kimse umursamıyor zaten varlığını. Yanında yavruları da var. Dünyanın pek çok yerinde mafya savaşlarına, hatta insanların ölümüne neden olmuş bu bitki, Nepal’de bir bahçede huzur içinde büyüyor. Etrafında mısırlar, fesleğenler ve çeşit çeşit dostuyla.

Burada da insanlar marihuana kullanıyorlar elbet. Yasal da değil. Ama memleketin en önemli problemi bu değil. Ben buraya gelmeden yaklaşık 2 hafta önce Mayıs başında yani, seçim yapıldı. Nepal tarihinde ilk kez, hükümet seçimle başa geldi. Bundan önce yüzlerce yıldır bu topraklar Nepal krallığıydı. Ta ki bir gün kralın oğlu, komplo teorilerine göre onun maskesini takan bir başkası, ailesini bir akşam yemeğinde öldürüp, intihar edene kadar….

Kral Birendra 1950’de dedesi Kral Tribhuvan ve ailenin tümüyle, en küçük torun Gynendra dışında, Rana’ların zulmünden ya da sözde vezirliğinden kaçarken bunu hayatının en büyük macerası sanıyordu kuvvetle muhtemelen. Rana ailesi, Shah ailesi Nepali ilk kez birleştirip tek krallık haline getirdiğinden beri Kralın vezirliği işlevini yerine getiriyordu. Kralın oğullarından biri, genelde veliaht Rana ailesinin kızlarından biriyle evleniyordu. Ancak kesin güce bu kadar yakın olmak Rana ailesine de gereğinden fazla hırs bahşetti zamanla. 1950’ye yaklaşılırken, Kral Tribhuvan’ı kendi otoriteleri altında tutan Rana’lar o ailesiyle Hindistan’a kaçarken kendine göre sebeplerle geride bıraktığı 2 yaşındaki torunu Gynendra’yı kral ilan etmek zorunda kaldı. Gynendra’ya zamanında bir falcının 2 kez kral ilan edileceksin demiş olması bundan sonraki olayları daha da çekici yapmış elbette. Rana’lar 2 yaşında bir kralla başa çıkmanın zorluğunu anlamış olacaklar ki, (terrible two) Kral Tribhuvan’ın şartlarını kabul ederek geri gelmesini sağlamışlar. Nesillerdir Nepal Kralına uygulanan Rana baskısı böylece sona ermiş.





Kral Tribhuvan öldüğünde, yerine 27 yaşındaki oğlu Birendra geçmiş. En büyük oğlu veliaht prensi Dypendra, İngiltere’de eğitim aldıktan ve ülkesine döndükten sonra gönlünü güzelliği dillere destan Devyani Rana’ya kaptırmış. Ancak annesi ve babası onunla evlenmesine izin vermemişler. Rana ailesinden gelmesi aslında geleneklere uyarken, babasının Hindistan’da sözü geçen bir politikacı olması, Hindistan’ın Nepal ile ilgili emellerine yardım edeceği fikri bu evliliği engellemiş.




Dypendra aşkın ve sonsuz gücün labirentlerinde kendini içkiye vururken, ailenin diğer fertleri de çeşitli kulislerle ve arkasından çevrilen oyunlarla işini kolaylaştırmamışlar. Babasından daha tutucu olan Dypendra zamanla, biran önce Kral olmasının onun için en hayırlısı olduğuna kanaat getirmiş.

Bu ailevi karmaşıklığın arasında, Nepal ülke olarak da gittikçe karışıyor tabii. Kralın ordusu önüne geleni Maoist diye öldürürken, Maoistler de boş durmuyor ve onlar da önlerine geleni para, otorite, güç sahibi olduğu için, Krala sadık oldukları için ya da sadece maoist olmadıkları için öldürdükleri ve gittikçe güçlenen bir gerilla micadelesine girişiyorlar. Halk zaten krallıktan onları önemsemediği için dertli yavaş yavaş maoistlerin güçlenmesi bir sürpriz olmuyor. Vaat ettikleri şeyler zaten halkın hakkı olan şeyler. Ayırım olmadan iş, sağlık ve eğitim. Dağlarda gerillalar, vadide kralın ordusu, sarayda Bizans oyunları. Her krallığın sonu böyle geliyor gibi….





Dypendra, bir akşam yemeğinde ailesinin kösteğinden yılgın, güce muhtaç, alkolden buğulu bir kafayla silahlarına sarılıyor ve kız kardeşi, erkek kardeşi, annesi, babası, büyükannesi dahil 14 kişiyi vuruyor. Sonra çıkıp intihar ediyor. Komada bir gün yaşatıldıktan sonra Rana’lar, hayatında ikinci kez olarak Gynendra’yı kral ilan ediyorlar. O falcı hayatta mı aceba? Bu arada halk tarafından çok sevilen Dypendra’nın bunu gerçekten yapmış olabileceğine kimse inanmıyor. Her köşede komplo teorileri doğuyor.

Taiwan’da Dypendra’nın yüzüne birebir uyan bir maske yapıldığından söz ediliyor. Kendisini vuran silahın elindekilerden biri olmaması, uzakta bir yerde bulunması, ve kurşunun girişinden uzaktan ateş edildiği sonucu çıkaran Nepal CSI’inin fikirleri yok sayılıyor. Yine de onurlu bir cenazeden sonra hayat devam ediyor. Nepal tarihinde iki kere kral olan tek adam ünvanıyla Kral Gynendra ülkeyi düzene sokmaya çalışma çabaları sonucunda olağanüstü hal ilan ediyor.

Maoist gerilla mücadelesi zirvede, kralın ordusu en acımasız haline bürünmüşken, halk demokrasi istiyor. Kral Gynendra pes ediyor ve Mayıs 2008’de Nepal tarihindeki ilk demokratik, çok partili gerçek seçim yapılıyor. Daha önce Kral Mahendra bir deneme yapmış ancak kraliçe evi terk edince seçime hile karıştırmak suretiyle aile saadetini korumayı tercih etmiş.

Halk seçeneklerine bakmış, bir yanda ne yapacağı, amaçları belli olmayan ufak tefek partiler, bir yanda onları yüzyıllardır en temel haklarından mahrum eden kral, öbür tarafta eğitim, iş, sağlık vadeden maoistler. (tanıdık geliyor mu bir yerlerden, bir de bunları deneyelim bakalım ne olacak?)

Seçimle başa gelen Maoist parti gerilla savaşını bitirmiş haliylen. Kendiyle mi savaşacak. Teoride çok kuvvetli ve aydınlık idealleri olan parti şu anda iktidarda. Benim Nepalde bulunduğum dönemde, Nepal ülke tarihinde ilk kez Krallık yerine Cumhuriyet olarak değişti. Kral daha küçük bir saraya, muhtemelen onlarca Nepalli aileyi aylarca geçindirecek miktarda bir maaşla emekli oldu.

Şimdi Nepal için düze çıkma zamanı. Eğer iktidardaki parti sözünü tutarsa ki ben oradayken, 1 öğrenci protestosu, 2 grev yaşandı gene, Nepal zamanla düze çıkacak…

Elimde "Kathmandu’da Ölüm ve Aşk" isimli İngilizce bir kitap, tüylerim diken diken yeni bir sigara yakıyorum. Elimden geldiğince kısa ve öz anlatmaya çabaladığım bu hikaye aklımı başımdan alıyor. Benim memleketim de badire üzeri badire atlatıyor ya oradan bir bağlantı kuruyorum Nepal halkıyla. Barış istiyorlar, huzur arıyorlar, hakları olandan fazlasını istemiyorlar. Sadece yaşamak istiyorlar…

Sonra hemen evin yakınında ki mango ağacına doğru yürüyorum. Babu’yla dolaşırken etrafta, bu bizim ağacımız demişti. Mango ağacımız ama mangoları yiyemiyoruz, çünkü çok yüksekteler ve kargalar bitiriyor…

Onların olan mangoları kargalar yüzünde yiyemeyen ve onun yerine para verip komşudan mango satın almak zorunda kalan bu halkı bir başka sevdim bugün ben….

27 Temmuz 2008 Pazar

Hayatın döngüsü....




Yemekten sonra odamda oturdum bir süre yine. Çocukların hazırlanıp gitmelerini seyrettim. Kitap okudum, müzik dinledim, karasineklerle boğuştum. Eşyalarıma bir düzen vermeye çalıştım. Kitaplarımı rafa dizdim, kıyafetlerimi çantamın içinde düzelttim, giyemeyeceklerimi sırt çantama koyup kaldırdım. Yanımda havlu, yastık kılıfı ve çarşaf getirdiğimi düşünecek olursak çantam şu anda bayağı boştu. Bir de çocuklara boyalar, silgiler kalemler. 11’de Asa ve Santi geldi, kapımın önünde Manjuuu diye bağırarak ve gülerek geçtiler. Ödevlerini yapmaya gittiler. Sonra Shreeram ve Sarita geldi, yemek yediler.

Shreeramla biraz Nepalce çalıştık. Narayangarth’daki organizasyon ofisine gittik motosikletle. O taşlı deli yollarda bu motosiklet yolculuğu pek maceralı geldi bana. Önce biraz korktum tabii, ama bir 10 dakika sonunda, rüzgarın, manzaranın keyfini çıkardım, aklımın bir köşesinde kaza geçirsek buradaki hastanelerde nasıl bir sağlık hizmeti var aceba diye düşünmedim değil, karşıdan deli gibi başka bir motosiklet geldiği anlarda. Sonra aman dedim kendi kendime…

Şehre girince biraz tedirgin odum elbet yine. Trafik deli gibi. Her yönden araçlar geliyor. Kornalar durmaksızın çalıyor. Kim kime korna çalıyor hiçbir fikrim yok. Anayolun ortasında bufaloları görünce gülesim geliyor. O kadar rahatlar ki… Sanki tarlanın ortasında yatıyorlar. Onlarda muhtemelen, bu insanların burada ne işi var ki diye düşünüyorlar…

Ofisten internete girdim, bir iki mail attım. Maillerime baktım. Kimse tam olarak nereye gittiğimi bilmiyor, ama benim bildiğimi varsaydıklarından fazla endişe yapmamaya çalışıyorlar. Bir arkadaşım, gittiğin yerin adresini yaz bize, bir Allahın kulunun senin nerede olduğunu bilmemesi sakat diye yazmış. Yazdım adresi, ne olacaksa? Benden ses soluk çıkmazsa çıkıp gelecekler mi? Ama neyse, bilsinler madem…

Köye dönerken, Shreeram’a benim lungi almam gerekiyor dedim. Lungi tulumbanın başında banyo yapılırken üstümüze doladığımız bir çeşit peştamal. Üçüncü günüm, hala banyo yapamadım. Keçi gibi kokuyorum artık. Islak mendiller de fayda etmiyor bir yerden sonra.
Köyden bir dükkandan bir lungi aldık. 200 rupiye. Kenarını diktiler orada. Aynı zamanda terzi bu dükkan.

Beklerken, karşıda ki küçük bakkal/ restoranın arkasında gizli bir odada sigara içtik. Artık sordum, ben evde sigara içsem ne olur diye. Sen iç dedi Shreeram ama ben içemem. Sarita izin vermiyor. Güldüm içimden, kadınlar yemeği yerde, erkeklerden sonra yiyor ama sigara içirtmiyorlar….

İçki de içemem dedi. Bufalo eti de yiyemem. Bizim kastımızda yasak. Brahmin kastındalar. Bufalo tarla sürmekte kullanıldığından alt kastlar yiyebiliyor sadece. Brahminler, tavuk, keçi ve balık yiyebiliyorlar. Bu kast sistemi oldukça enteresan aslında. Hindistanda da böyle. Kastlar ekonomik seviyeden ziyade, yapılan işle ilgili biraz. Ama babadan anneden geçtiği için işin de pek anlamı kalmıyor bir yerden sonra. “Dokunulmazlar” dedikleri üç kast var. Demir işi yapanlar, marangozlar ve terziler. Bu kastlardaki insanlar, üst kastlardan olanlara dokunamazlarmış. 10 yıl önce bir adam, çıkıp bu saçmalığı değiştirmemiz gerek artık diye küçük çaplı bir devrim yapmış. Bu kastın insanları, evinizde ahşap işlerini yapıyor, demir işlerini yapıyor, kıyafetlerinizi dikiyor ama size dokunduklarında kirlenmiş oluyorsunuz. Ve arınmak için de kulağınızdaki altın küpeyi ıslatıp suyunu üstüne sıçratıyorsunuz.

Bu adamın söylediklerine önce çok karşı çıkmış insanlar ama sonunda anlamışlar ki doğru yol budur. Bir şeylerin değişmesi gerek. Nepal değişime açık bir ülke aslında. Dinleri çok katı, kast sistemleri değişmez bile olsa, her şey için bir çıkar yol bulmaya hazırlar. Nasıl bizim memlekette dinen içki içmek yasakken, ramazanda ve Cuma geceleri içki içmeyen ama diğer zamanlarda bol bol içen bir sürü insan varsa, Nepal’de de etraflarından, ailelerinden gizli, minik bakkal/ restoranlarda, arka tarafta, perdeyle ayrılmış bir odada bufalo yiyip raksi içen Brahman erkekleri var. Raksi: pirinçten yapılan lokal içki. Bufalo öldüren diyorum ben ona. Buzdolabı ya da buz gibi bir sistem pek kullanılmadığından, çok sert olmasa da sıcak sıcak insanın burnundan çıkmaya çabalayan, ama kafayı güzel bulduran bir içki. Ben yine kokteyl sevgimi yüzeye çıkarmak suretiyle sprite karıştırıp içtim raksiyi, fırsat buldukça…

Lungimi alıp eve döndükten sonra odamda vakit geçirmeye meyilliydim yine. Girdim tam kulaklıklarımı taktım, kafayı çevirdim, yatağımın altında dev bir örümcek. Örümcek demeye bin şahit ister, tarantula aslında, örümcek numarası yapıyor… Saritaya koştum. Örümcek dedim dev gibi! Geldi eliyle yakalamaya çalıştı, kaçtı tarantula kılıklı… Gitti dedi. E bu kadar mı? Evet burada bu kadar, gördüğün şey yılan ya da fare gibi rahatsızlık verici bir yaratık bile olsa görüş alanından çıkınca yok sayılıyor. Aslında doğru, göremiyorsan niye rahatsız olasın ki? Ben ki evde minik bir hamam böceği gördüğümde bulup yok etmeden uyuyamam, şimdi odamda bu tarantulayla nasıl oturacağım bilmem. Haliyle, dışarı çıkıp fasulye ayıkladım Sarita ve Rekha’yla. Bir gözüm odada. Görürsem belki diye. Yok görmedim, bir süre sonra görüş alanımdan çıktığı gibi aklımdan da çıktı…

4 çayımızı içtik. Dört gözle bekledim bu sefer. Odamda içtim çayımı, pencere kenarında sigaramı tüttürerek. Sonra Shreeram geldi, çöpleri nereye atacağız dedim. Sigara izmariti, kağıt, ıslak mendil vs. Sen bir torbada topla atarız dedi. Çöp sistemleri yok. Her şey sağa sola atılıyor sonra akıllarına esince toplanıyor, ya da büyük bir torba bulduklarında. Sonra arada, birkaç ayda bir çöp toplayan bir araç geliyor, ona veriyorlar. O araç da alıyor çöpleri köyün dışında yol kenarına atıyor. Sonra insanlar o çöpleri karıştırıyor, dağıtıyor, rüzgar çıkıyor, çöpün bahçene geri dönüyor. Sen de alıp kenara fırlatıyorsun. Çöp döngüsü…
Her şey sana geri dönüyor, hayatta yaptıkların gibi….

Zaten pek çöpleri yok köyde yaşayanların. Organik olanlar doğaya dönüyor ya da keçiye. Diğerleri de bir şekilde kaybolup gidiyor gide gele. Bazıları toplayıp yakıyorlar çöplerini. O da atmosfere zararlı gaz olarak karışıp döngüsel işlevini yerine getiriyor….

Köyde Hayat....







Yine sabah 6. Kapım yumruklanıyor, bu kez “Manjuuuu” diye bağırıyor Babu. Hazırlıklıyım ama çay vakti biliyorum. Çayım sevmeye başladım ben. Açıyorum günaydııınnn! Çayımı alıp oturuyorum odamda pencere önündeki yatağa. Penceremden dışarı bakarak çayımı yudumluyorum. Mısırlar var dışarıda, boyları ufak daha. Bir de kocaman bir bitki var hemen penceremin önünde. Bir yerden çıkaracağım ama dur bakalım. Çayı bir saniye boşta bırakmaya gelmiyor, hemen karasinekler toplanıyor tepesinde. Geceleri böceklerden pek rahatsız olmuyorum cibinliğimin içinde ama gündüzleri sinek, örümcek, semender, her nevi haşere etrafta.



Çayımı bitirdikten sonra dışarı çıkıyorum dolaşmaya. Bir de sigara içerim rahat rahat. Hala emin değilim nasıl tepki veriyor insanlar bu sigara olayına. Shreeram’a da soracak vakit bulamadım. 5-10 dakika yürüme mesafesinde köyün meydanı var. Orada birkaç dükkan var. Su almaya gideceğim oraya. O kadar tembihlenmişim ki sakın kuyu sularını içme diye. Mecburen her gün su taşıyacağım köyden. Aslında meyveleri, sebzeleri de kabuklu yemeyin bu suyla yıkanmışsa diyor internette. Ama ben o kadar dikkat edemem her şeye. 2 ay yaşayacağım burada, her mango, salatalık vs getirdiklerinde yok ben bunu yemem soyayım diye naz mı yapacağım. Yine de şimdilik sularımı satın alıyorum, minik bakkaldan.



Rekha Didi’ye “pani” diyorum köy tarafını işaret ediyorum. Gülerek “Pani, pagaudi” diyor. Pani, su demek, Pagaudi de gideceğim yerin adı. Gülüyorum, gidiyorum. Yolda bir sigara yakıyorum. İçerek ve etrafıma bakarak yürüyorum. Sürekli bisikletle birileri geçiyor yanımdan. Köyde en çok kullanılan araç bisiklet. Daha tembeller ve parası olanlar motosiklet kullanıyor. Nadiren araba görülüyor. Onlar da buralı değil, geçip gidiyorlar.


Etrafım pirinç ve mısır tarlalarıyla dolu. Uçsuz, bucaksız. 5-6 tarlada bir, bir ev var. Bir kısmı kerpiç, sazdan çatıları var. Uzakta sıra sıra Himalayalar görünüyor, puslu, durgun ve güvenli. Garip bir güven veriyorlar insana… Küçük köprülerden geçiyorum, yağmur mevsimi sonrası altlarından dereler akıyor olacak herhalde, şimdilik kuru. Ağaçlar kocaman, dağlara özeniyorlar. Sokaklara asfalt değmemiş, catterpiller geçmemiş, sadece insan biliyorlar, bir de bufalo, keçi, inek, bisiklet…. İnsanlar ben yürürken evlerinden fırlayıp “Hello!” diye bağırıyorlar. Okulda İngilizce öğrenen çocuklar ismin ne, nereden geldin, nereye gidiyorsun gibi basit sorular soruyorlar. Manju diyorum, Türkiye diyorum, Pagaudi diyorum. Kendimi anlatmak bu kadar basit burada. Nereden mezunsun, hangi semtte oturuyorsun, maniküre nereye gidiyorsun, kuaförün kim, araban ne marka gibi aptal sorular yok burada. Ne yaptığın umurlarında değil. Adını bilmek istiyorlar sadece, ki yarın adınla seslenecekler….





Köye gelince, küçük bakkala giriyorum. Sattıkları, sebze, su, kalem, defter ve sigaradan ibaret minicik bir dükkan. Önündeki banka yaşlı bir adam oturuyor. Namaste diyorum, gülerek kalkıyor, Namaste deyip dükkanın içine geçiyor. Pani diyorum, dui. Sayıları öğreniyorum ya iki şişe alayım. Buzdolabından, bir tek dükkanların buzdolabı var burada. İki tozlu şişe çıkarıp, gazete kağıdıyla siliyor, gülümseyerek. Uzatıyor şişeleri, çantama tıkıştırıyorum. 50 rupi uzatıyorum alıyor, kilitli kasanın anahtarını arıyor bir süre, buluyor. Açıyor, acelesi yok, benim de… Verdiğim parayı içine koyuyor, 10 rupi buluyor, kilitliyor tekrar bana uzatıyor. Alıyorum, gülümseyerek Namaste diyorum, gidiyorum.



Dönüş yolunda bir sigara daha yakıyorum. Sallanarak dönüyorum. İnsanın acelesi olmaması ne güzel bir duygu. Burada zaman yavaş geçiyor. İstediğin kadar yavaş. Evlerden yine bağırıyorlar, Hello! Diye. Gülerek hello diyorum herkese. Yine nereye gidiyorsun diye soruyorlar eve diyorum bu sefer. Etrafımda koşuşturarak dolanıp evlerine dönüyorlar.


Eve geldiğimde, Babu ve Nani yemeğe oturuyorlar, onlarla yemeğimi yiyorum yine. Bu dal bhat tarkari gittikçe daha lezzetli gelmeye başladı. Patates acı geliyordu ilk günler, alıştım biraz galiba acıya. Ben hayatta acı yemem. Bir çiğköfte yerim acı, o da, rahmetli dedem öyle güzel yapardı ki yana yana, zıplaya zıplaya yerdik. Hele yazlıkta amcamlar, halamlar ve biz, o minicik evin iki odasına sığışıp kaldığımız zamanlarda mutlaka bir gece çiğköfte yapılırdı. Büyüklere balkonda rakı sofrası hazırlanırdı, çocuklara içeride minik bir masa. Bize bibersiz salata, onlara biberli, bize kola fanta, onlara rakı. Bize köfte patates, onlara çiğköfte, meze. Bütün mahalleye de birer tabak çiğköfte dağıtılırdı, balkonlardan kadehler kaldırılırdı, Osman Bey gene döktürmüşsünüz şerefinize! Dedem de, babam, amcam ve eniştemle karşılıklı rakısını yudumlardı keyifle. Halam içmezdi de gelinler de birer kadeh içerlerdi. Babaannem, dedem sen de bir kadeh için Asin dediğinde, aman Osso boşver, midemi kötü yapıyor derdi…


O gecelerde işte, acının acısını unutur, babaannemin bize bir tabağa dizdiği birkaç çiğköfteyi yemek için yarışırdık. Yana yana zıplaya zıplaya…. Bitiren büyüklerin masasına koşup bir tane daha alayım diye dizilirdi. Nazlanırlardı büyükler. Sanki biz ziyan ediyor gibiydik çiğköfteleri. Zaten konu komşuya gitmiş yarısı… O çiğköftedir yediğim tek acı benim. Bir tane yedin mi zaten ağzın yandığından yüz tane de yesen fark etmezdi artık.

Sanki acı ağzımın tadını bozuyor gibi geliyor bana, ama burada patates acı da olsa, seçenek yok. Yok ben bunu yemem diyemezsin. 32 yaşındasın, bana ayrı yemek yapın denmez, hele ben hiç diyemem. Yerim gider…. E zamanla da alışırım nasıl olsa…





25 Temmuz 2008 Cuma

Manju


Sabah kapım çalınıyor, deli gibi... Esbeett diye bağırıyor Ayush, 9 yaşında, Shreeram'ın oğlu. Adı Ayush ama evde ona Babu deniyor. Doğan ilk erkek çocuğa Babu, ilk kıza da Nani diyorlar. Kapıyı açtım. Elinde bir bardak çay, gunaydın diyor. Aldım çayı oturdum dışarıya. Bir yudum aldım. Sütlü, şekerli zencefilli siyah çay. Ne yapacağım ben sütlü nescafelerim lattelerim olmadan. Tadı garip. Sigara meselesini de çözebilmiş değilim. Shreeram sigara içilmiyor evde dedi. İçmedim ben de, ama sabah oldu şimdi, kendime gelmek için bir sigara gerek kahve yoksa... Bakarız bir çaresine.
 
 
 
Şimdilik sütlü çayımı yudumluyorum, zaten etrafa bakınca manzara nefesimi kesiyor... Nepal üç doğal bölgeden oluşuyor. Biri dağlık. Ortalama 6000 m. Dünyanın 15 en yüksek zirvesinden 8 tanesi bu bölgede. En önemlisi, ilki tabii; Everest. 3üncü ve 4üncü de burada. Diğer bölge tepelik dedikleri, ortalaması 2500- 3000m olan bölge. Ve benim bulunduğum yer deniz seviyesine 200m yükseklikte. Elimde çayım durduğum yerden uçsuz bucaksız bir ülke görüyorum o an. Açık bir havada Annapurna'yı görmek mümkün. Etrafım önce pirinç tarlaları ve arkasında dağlarla çevrili. Çok sonraları Nepallilerin bazen saatlerce hiç birşey yapmadan bir yerde oturmalarına anlam verecektim. Şimdilik kalabalık ve şuursuz zihnim izin vermiyor tadını çıkarmama...

Shreeram ve karısı evde yok. Rekha Didi (abla demek nepalcede), Babu ve Nani oturduk çayımızı bitirdik. Nani, 4 yaşındaki Ayusha, pek oturdu denemez. Nitekim önümüzdeki 2 ay boyunca onun oturduğunu, yemek yediği anlar hariç hiç görmeyecektim. Bu arada 4 yaşında olduğunu öğrenene kadar onu cüce sandım desem yeridir. Çayını içip pirinç patlağını yedikten sonra kitaplarını defterlerini çıkardı, ödevini yapmaya başladı. Nepalce ve İngilizce kelimelerini yazdı. Sonra topladı her şeyini. 9 da acıktın mı diye sordu Babu. Evet dedim. Onlarla oturup yemek yedim. Yine dal bhat tarkari geldi. Bir an için yemeğe bakıp, buraya gelirken sürekli pilav yediğime pişman oldum:))) Yemek bu burada. Sabah akşam dal bhat tarkari. Kültürel bir şey bu. Her öğün aynı yemek. Nerede bizdeki bal kaymak kahvaltılar.... Anladınız değil mi?
Vakit kaybetmeden hazırlandılar. Nani okul üniformasını giydi, eski bir etek kırmızı, beyaz bir gömlek. Kendi başına hazırlandı, saçlarını yaptı, felaket kokulu bir yağla ıslatıp ortadan ikiye, ayırdı iyice yapıştırdı kafasına. O yağ meğerse Nepalli kadınlar uzun siyah parlak inanılmaz saçlarını ana sebebiymiş ama her şeyin bir bedeli var işte...
 
 
Çok tatlı oldu, çok da komik.... Okula gittiler. Saat 11 de Asa ve Santi geldi okuldan. Onlar devlet okuluna gidiyorlar, 6 da başlıyor 11 de bitiyor. Asa, Rekha Didi'nin kızı. Rekha Didi'nin kocası seneler önce çalışmaya Sri Lanka'ya gitmiş bir daha ses soluk çıkmamış. İki kızı daha varmış haftalar sonra öğrendim, ders vereceğim Tharu köyünde teyzeleriyle yaşıyorlar. Asa'nın bir sponsoru var My World projesi dahilinde. Santi'nin de ailesi yok. O da sponsorla okula giden çocuklardan. Bir gün Shreeram yeteri miktarda sponsor bulduğunda böyle yardıma muhtaç çocuklara bakılan bir eve dönüştürecek bu projeyi. Bir yardımım olur umarım. Ayda 15$ a bu çocuklar okula gidip besleniyorlar. Yeter ki birilerinin gönlünden kopsun....


Asa ve Santi eve geldikten hemen sonra yemeklerini yediler, ödevlerini yaptılar sonra odamın kapısının önünde taşlarıyla oynamaya başladılar. Baktım ki annemin Malatya'da oynadıklarından bahsettiği beş taş oynuyorlar. Biz hiç oynamadık bu oyunları, hep oyuncaklarımız oldu. Bebeklerimiz, legolarımız, binbir çeşit oyuncağımız. Biz hiç beş tane taşı alıp, kapı önünde oynamadık. Ne yazık bize. Ne yazık ki biz beş tanecik taşla çocukluğumuzu geçirmedik. Dolayısıyla ne taşın ne oyuncağın ne elimizdekilerin değerini bildik. Hayal gücümüz bizi şişe kapaklarından, çalılardan, iplerden, çöplerden bir dünya yaratmaya yönlendirmedi. Bize her şey hazır verildi. Üstelik yanlış... İnce uzun barbi bebeklerle zayıf olmaya özendik, güzel giysileriyle onlar gibi giyinmeye, oyuncak bebeklerle anne olmaya, küçük oyuncak ütülerle ev kadını olmaya, arabalarla hızlı olmaya ve maalesef bazen silahlarla kılıçlarla vahşi olmaya. Kalbimizden, gönlümüzden aklımızdan geçen değil de oyuncakçıların aklında geçenle büyüdük biz.
 
Böyle görünce taşlarla oynayan çocukları, çocuklarımın oyuncağı olmasın beş taşı olsun yeter dedim.... Öyle eğlendiler ki her gün aynı taşlarla.... O taşların hep bir yeri var. Orada duruyorlar. Kaybedilmiyorlar, kıymetliler onlar için. Aynı boyutta 5 taş. Bunda ibaret öğleden sonra oynamak.... Bunu öğretebilsek çocuklarımıza başka şey öğretmeye gerek kalmaz belki de.....
 
Sonra evin geri kalanı geliyor yavaş yavaş. Shreeram ve Sarita okuldan geliyorlar 11.30 da. Yemek yiyorlar. Ev işleri yapılıyor. Sarita ve Rekha tarlaya gidiyorlar, ot kesmeye. Hem yabani otlardan temizleniyor mısır tarlası hem de keçilere yiyecek birşeyler çıkıyor. 4 de çay içiliyor tekrar. İlk içtiğimde garip gelen çay saat 4 de daha lezzetliydi sanki. Sarita daha çok zencefil mi koydu aceba? Shreeram'la biraz Nepalce çalıştık. Bu yaşta fiil çekimleri falan insana çok zor geliyormuş onu farkettim. Nasılsın, iyiyim gibi temel cümleleri ezberlesem yetmez mi aceba?

Odamda oturdum bir süre. Ben hep odamda otururum zaten. Annemin evinde yaşarken de hep odamdaydım. Hele ergenlik çağı denilen o acayip zamanda. Yemeğimi yer odama çekilirdim. Şimdi de vaktimi odamda geçirmeye meyilliyim. Tanımıyorum kimseyi, konuşamıyorum kimseyle. Kitap getirdim 5 tane onları okuyup müzik dinliyorum. Yabani diyecekler bana biliyorum. Hep öyle dediler. Ama tanıyınca sevecekler, hep sevdiler:))) Kızkardeşimle bu konuda tam zıttız biz. Onun için hep derler ki, gören sever. Benim için de tanıyan sever... Küçükken biz, misafirler gelirdi, ben merhaba deyip soğuk soğuk odama kaçardım, kızkardeşim Bidar yanlarından ayrılmazdı, bayılırlardı ona.... Hala değişmedi birşey belli ki.... İnsanın değişmesi zor zaten... Onun yerine hayatımızı, çevremizi ayarlıyoruz kendimize göre.
 
  
Olduğumuz gibi kabul edileceğimiz ortamlardan çıkmıyoruz. Lise arkadaşlarımızdan kopmuyoruz. Bizi yadırgamayan insanların etrafında bulunuyoruz bir ömür boyu... Burada kimse yadırgamadı yabaniliğimi... Umursamadılar. Hayat öyle basit ki burada, kimsenin bu neden böyle demeye hali, durumu yok.

Sabah okula git, eve gel yemek pişir (ne pişireceğim kaygısı olmadan), tarlaya git ot kes, bufaloyu ve keçileri otlamaya çıkar, akşam yemeği için kabak topla, yemeği hazırla, bulaşıkları yıka, elektrik varsa biraz televizyon seyret ve uyu.... Neden hayatı karıştırıyoruz ki... Bu kadar aslında, bu kadar basit....

 
Akşam yemeğinde yine dal bhat tarkarimizi yerken, ismimin çok zor olduğuna kannat getirdiler. Şaşırmadım, Türkiye'de hep isimler taktılar bana... Nepalce bir isim vermeye karar verdiler. Manju dedi Sarita. Herkese o veriyormuş isimlerini. Manju dedim süper!İkinci günün gecesi. Yine ağustos böcekleri, gece kuşları, rüzgarın sesi, çatının tıkırtıları, daha bir rahat bu akşam. Daha mı serin? İçim daha mı rahat. Nepaldeyim ben. Hala şüphelerim var. Ama buradayım... Manju'yum ben artık....

İyi geceler Manju.....